İŞTE DON KİŞOT’UN DOĞUŞU…
Don Kişot, adalet ve iyilik uğruna hayali düşmanlarla savaşan; iyi niyetli ama çağının gerçeklerinden kopuk bir adamdır.
O, yenileceğini bile bile yel değirmenlerine at sürenlerin, kaybedeceğini bile bile doğru bildiğini savunanların simgesidir.
Cesareti akıldan değil, inançtan; gücü kılıçtan değil, düş kurma yeteneğinden gelir.
İnsanlığın en saf yanını temsil eder:
“Dünya böyle olmamalı” deme cesaretini…
Ve bu karakter, bir hayalden değil;
esaretten, yaradan, kayıptan ve Akdeniz’in tuzlu sessizliğinden doğmuştur.
**AKDENİZ’İN İKİ ESİRİ:
KILIÇ ALİ PAŞA VE CERVANTES’İN KESİŞMEYEN KESİŞİMİ**
YAZAN: SÜLEYMAN HİLMİ ERDOĞAN
(Gerçek tarihî olaylara dayanır.)
Bazı hikâyeler vardır; tarih onları ayrı sayfalara yazdığını sanır ama Akdeniz, o sayfaları gizlice birbirine bağlar. Bugün size iki farklı milletin, iki farklı kaderin, aynı denizin tuzunda kesişen sessiz bir hikâyesini anlatmak istiyorum.
Denizin Çocuğu Ali
Kalabriya’nın rüzgârı, küçük bir balıkçı kasabasının taş sokaklarında dolaşırken, Gioanni adında sıradan bir çocuk papaz okuluna gönderilmek için hazırlanıyordu. Ailesinin hayalleri belliydi, yolları belliydi… Ama kader denen o inatçı kalem, çoğu zaman anne babaların çizdiği satırları beğenmez.
Bir sabah ufuk çizgisi kararır. Barbaros Hayreddin Paşa’nın kalyonları sessiz bir gölge gibi kıyıya sokulur. Küçük Gioanni, daha çocuk yaşında, bir anda Akdeniz’in mavi tutsaklığına düşer.
İstanbul’a getirildiğinde ona yeni bir isim verilir: Ali.
Ali, bir esir olarak başladığı hayatı, Osmanlı donanmasının en parlak zekâsı olarak sürdürür. Turgut Reis’in yanında yetişir, denizi dinlemeyi, rüzgârı okumayı öğrenir. Bir zamanlar papaz olması beklenen o çocuk, yıllar sonra “denizlerin efendisi” diye anılan Kılıç Ali Paşa olur.
İnebahtı yenilgisi sonrası herkes “Osmanlı bitti” derken, o bir yıl içinde yüz yeni gemi yaptırır. Akdeniz’e tek cümlelik bir mektup yazar:
“Biz hâlâ buradayız.”
Akdeniz’in Öte Yanındaki Esir: Cervantes
Aynı yıllarda, İspanya’da genç bir asker vardı:
Miguel de Cervantes Saavedra.
Bir kavga yüzünden memleketinden kaçar, orduya yazılır.
İnebahtı Savaşı’nda yaralanır; sol elini kaybeder ama onurunu değil.
Memleketine dönecek gemiye bindiğinde rüzgâr ters esmiş olacak ki, Cezayir açıklarında Osmanlı akıncılarına esir düşer. Beş yıl boyunca Cezayir’de esaret hayatı yaşar. Kaçmayı dener; yakalanır. Yine dener; yine yakalanır. Ama umudunu kaybetmez.
Bu sırada İstanbul’da Mimar Sinan, Kılıç Ali Paşa adına Tophane’de bir cami yükseltmektedir. Cezayir’den getirilen bazı esirlerin bu caminin yapımında çalıştığına dair tarihçilerin notları vardır.
Cervantes’in adı o kayıtlarda geçer mi?
Kimse kesin konuşamaz.
Ama düşünün…
Biri bir zamanlar esir olmuş, sonra Akdeniz’e hükmetmiş Ali Paşa.
Diğeri bir zamanlar savaş meydanında elini kaybetmiş, sonra modern romanın temelini atmış Cervantes.
Belki aynı taşı kaldırdılar.
Belki aynı kubbenin gölgesinde yürüdüler.
Belki birbirlerine hiç konuşmadılar ama kader, onları aynı cümlenin içine yazdı.
Ve Bir Roman Başlıyor…
1580’de ailesi fidyeyi öder ve Cervantes özgürlüğüne kavuşur.
İspanya’ya döner, bir masa başına geçer ve yıllar süren esaretin bıraktığı izleri parmaklarında hisseder.
Kalem kâğıda dokunduğunda çıkan ilk cümle şudur:
“Issız bir arazide, adı deliliğe vurulan bir şövalye yaşardı…”
Don Kişot doğar.
Dünya edebiyatı değişir.
Aynı Deniz, İki Farklı Kahraman
Tophane’de Kılıç Ali Paşa Camii hâlâ göğe yükselir.
Cervantes’in Don Kişot’u hâlâ yel değirmenleriyle kavga eder.
Türkiye ile İspanya’nın yüzyıllar önceki bu iki çocuğu, bugün aynı tarih kitabında yan yana durur.
Ve Akdeniz…
O büyük mavi sessizlik…
Hâlâ aynı hikâyeyi fısıldar:
“Bazen kader, aynı hikâyenin iki kahramanını birbirinden habersiz yazar.”