Aşk hikayeleri sözlü halk edebiyatımızda önemli bir yer tutar. Bu aşk hikayeleri dilden dile, kulaktan kulağa, nesilden nesile anlatıla anlatıla adeta efsaneleşmişlerdir.

Kerem ile Aslı gibi, Leyla ile Mecnun gibi, Yusuf ile Züleyha gibi, Mem u Zin gibi…

Bugün sizlere Konya’da medfun iki aşığın, Tahir ile Zühre’nin hikayesini anlatmak istiyorum.

Günümüzde biri Konya’da, diğeri Malazgirt’e bağlı Banu köyünde bulunan iki mezar bu âşıkların türbesi olduğu inancıyla ziyaret edilmektedir. Konya’nın dönemin başkenti olması, sultanın da vezirin de Konya’da bulunması sebebiyle aşıkların Konya’da yaşadıkları, mezarlarının Konya’da olduğu daha gerçekçidir.

Tâhir ile Zühre, Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar bütün Türk boyları ve Türklerle yakın münasebetleri olan Arnavutlardan Ermenilere kadar çeşitli milletler arasında tercüme ya da adaptasyon yoluyla yayılmış ve büyük ilgi görmüştür. Doğu Anadolu’da sözlü gelenek içinde Tâhir Mirza ismiyle de anılan hikâye halen yaşamaktadır.

Konya’nın Zafer civarında Beyhekim mahallesindeki mescidin adı Tâhir ile Zühre Mescidi olup son cemaat yerindeki iki sandukanın Tâhir ile Zühre’ye ait olduğuna inanılmaktadır.

Gelelim Tahir ile Zühre’nin hikayesine:

Çocukları olmayan bir sultanla veziri tebdili kıyafet yola çıkarlar. Çarşıda rastladıkları yaşlı bir dervişin, “Allah bana 1000 altın verenin ne muradı varsa versin” sözü üzerine sultan, “Çocuğum olsun diye harcadığım paraların hiçbir faydasını görmedim. Şu dervişe para vereyim, belki duası kabul olur” deyip istediği parayı verir.

Yollarına devam eden sultanla veziri fal bakan birini görerek yanına giderler. Sultan dervişe gönüllerinden geçen şeyin ne olduğunu sorunca derviş kendilerinden birinin sultan, birinin vezir, gönüllerinden geçenin de evlât arzusu olduğunu söyler. Bunun üzerine sultan, dervişten yardım ister. Derviş cebinden çıkardığı bir elmayı ikiye böler; yarısını sultana, yarısını vezire verip elmaları bu gece yemelerini, Allah’ın izniyle sultanın kızı, vezirin oğlu olacağını, kızın adını Zühre, oğlanın adını Tâhir koymalarını, evlilik çağları geldiğinde bunları evlendirmelerini, aksi halde aşklarının destan olup kıyamete kadar söyleneceğini belirtir.

Sultanla vezir dervişin söylediklerini yapar ve sultanın bir kızı, vezirin de oğlu dünyaya gelir. Beraber büyüyen Tâhir ile Zühre evlilik çağına gelince birbirlerine âşık olurlar. Ancak sultan, eşinin karşı çıkması yüzünden dervişin sözüne uymaz ve kızını vezirin oğluna vermez.

Sultanın eşi, yaptırdığı büyü ile de sultanı Tâhir’e düşman eder ve onu sürgüne göndertir. Sürgünde zindana atılan Tâhir birçok çileye katlanır; fakat Zühre’den vazgeçmez. Bunun üzerine sultan, Tâhir’i idam ettirmeye karar verir. İdama götürülürken iki rek‘at namaz izni isteyen Tâhir namazdan sonra canını alması için Allah’a dua eder, Allah da duasını kabul ederek canını alır.

Tâhir’in acısına dayanamayan Zühre aklını kaybeder, deli divane olur ve Tâhir’in mezarını ziyaret ettiği bir sırada orada ölür.

Hikâye böyle bitiyor.

“Tahir olmak ayıp değil, Zühre olmak da;

Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Bütün iş Tahir'le Zühre olabilmekte,

Yani yürekte.”

Zaten kavuşsalardı adına aşk denir miydi?

Çile çekmeden, acılara katlanmadan, emek harcamadan kavuşmaları kolayca oluverseydi hikayeleri yüzyıllardır dilden dile nesilden nesile anlatıla anlatıla efsaneleşir miydi?