Türkiye’de son günlerde en çok tartışılan konuların başında Suriye’deki iç savaş yüzünden ülkemize sığınan “Suriyeliler Meselesi” gelmektedir. 2011 yılında başlayan süreçte, başlangıçta sayıca öngörülenin çok üzerinde Suriyeli, Türkiye’ye sığındı. Sığınmacıları, sınıra yakın illerde kurulan geçici barınma merkezlerinde tutmak imkânsız hâle gelince Türkiye’nin çeşitli yerlerine dağıldılar ve buralarda kayıt altına alındılar. Sağlıktan beslenmeye kadar çeşitli alanlarda BM ve AB ile yapılan anlaşmalar da dâhil, Suriyelilerin Türkiye’de barındırılması için çeşitli programlar ve yardımlar hayata geçirildi. Türk milleti büyük bir hoşgörü ve misafirperverlikle yaklaşık sekiz yıldır Suriyeli sığınmacılara ev sahipliği yapıyor. Bugün resmî rakamlara göre -ki gerçek sayının bunun üzerinde olduğuna dair yaygın kanaat vardır- 3,5 milyonun üzerinde Suriyeli, Türkiye’de bulunmakta olup dünyada bu kadar yüksek sayıda sığınmacıya ev sahipliği edecek hiçbir gelişmiş veya gelişmekte olan ülke yoktur. Diğer ülkelerden gelenlerle birlikte 5-6 milyon civarında sığınmacıdan söz edilmektedir. Bu yazıda, önce resmî verilere göre bazı sayılara dikkati çektikten sonra Türkiye’de tartışılan mesele hakkında bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.

İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğünün 25 Temmuz 2019 tarihi itibarıyla ülkemizde geçici koruma kapsamındaki Suriyeli sayısına dair verileri şöyledir: 3.639.284 Suriyelinin sadece 87.464’ü geçici barınma merkezlerinde bulunmakta, diğerleri çeşitli illerde yaşamaktadır. Geçici barınma merkezleri dâhil, Türkiye’de Suriyelilerin sayıca en fazla kayıtlı olduğu ilk on il ve bu illerde Suriyelilerin nüfusa oranı şöyledir[1]:

İl             Suriyeli sayısı     İl nüfusuna oranı (takriben)

İstanbul               547.716                %3,5

Gaziantep           445.154                % 22

Şanlıurfa              430.237                %21

Hatay    431.098                %26,5

Adana   240.752                %11

Mersin 201.607                %11

Bursa    174.770                %6

İzmir      144.802                %3

Kilis        115.903                %81

Konya   108.234                % 5

Burada Kilis’in durumu özellikle dikkat çekicidir: Nüfusun yaklaşık olarak yüzde 82’si Suriyelidir. Gaziantep, Hatay ve Şanlıurfa’da ise dörtte bir ile beşte bir arası bir nüfus Suriyelidir. Kayıtlar böyle olmakla birlikte muhtemelen İstanbul’daki Suriyeli nüfusun kayıtlı olanın iki katına yakın olduğu ileri sürülmektedir. Suriyeli nüfusun bir başka dikkat çekici yönü de neredeyse yarıya yakınının 18 yaşından küçük oluşudur. Bu, tabiatıyla eğitim meselesi ve özellikle gençler arasında ortaya çıkması muhtemel bir takım problemler düşünüldüğünde, dikkat edilmesi gereken bir başka yöndür. Bir başka ilgi çekici husus ise iç savaş yaşayan Suriye’den Türkiye’ye sığınan nüfus içinde erkeklerin sayısının kadınlardan 300.615 kişi fazla oluşudur. Bugün Suriye’de Türk ordusu ile birlikte hareket eden Suriyeli ÖSO mensupları büyük bir özveriyle savaşmaktadır. Onlara haksızlık edilmemeli ama Türkiye’de bu kadar kalabalık genç erkek nüfusun varlığı, bunların niçin gidip ülkeleri için savaşmadıkları yönündeki eleştirilere yol açmaktadır. Bunların askerlik yaşında olanları hakkında, Suriye’de teşkil edilen millî orduda zorunlu askerlik yapmaları gibi uygulamaların hayata geçirilmesi düşünülebilir. Erkek-kadın sayısı arasındaki en büyük fark, 88 bin 153 kişi ile 19-24 yaş aralığında. Suriyelilerin Türk nüfusuna oranı yüzde 4,4 kadardır. İçişleri Bakanlığı açıklamasına göre Mart 2019 itibarıyla vatandaşlık verilen Suriyeli sayısı 79.894, ülkesine dönen Suriyeli sayısı ise 337.729’dur.

Bu meselenin nasıl ortaya çıktığını biliyoruz ve daha başlangıcında, bunun altında yatan amacın ve bu işin zamanla varacağı noktanın ne olduğuna dair çok çeşitli görüşler ortaya atıldı. “Arap Baharı” adı altında, daha önce Irak’ta uygulanan proje, bu defa Libya ve Suriye dâhil çeşitli Arap ülkelerinde hayata geçirilmeye çalışılmaktaydı. “Büyük Orta Doğu Projesi” olarak başlatılan, daha sonra “Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi” olarak devam eden, İslam ülkelerini parçalayarak daha kolay yönetilir hâle getirme planının en önemli boyutu, hiç şüphesiz küresel egemenlik savaşı çerçevesinde Orta Doğu’daki enerji ve su kaynaklarıyla enerji hatlarının kontrolü idi. Bu bağlamda, dinî motiflerin de karıştığı “Büyük İsrail Projesi”ni gerçekleştirmek için bölgedeki en köklü ve dirençli iki devlet olan Türkiye ve İran’a yönelik tasavvurlar, projenin merkezinde yer almaktaydı. Irak’ın kuzeyinde oluşturulan yapının bir benzerini Suriye’nin kuzeyinde de gerçekleştirmek için gerekli ortam her yönden olgunlaştırıldı. Vahşi ve kafa kesen IŞİD/DAEŞ’e karşı seküler yapısı ve kadın savaşçılarıyla parlatılan PKK’nın Suriye kolu PYD’nin YPG adlı birlikleri, demografik açıdan uygun olmadığı hâlde Suriye’nin kuzeyinde uyguladıkları etnik temizlik politikasıyla “Rojava” diye bir projeyi adım adım gerçekleştirmeye başladı. Başlangıçta Suriye’deki müttefikimiz gibi davranan ABD, zaman içinde IŞİD’le mücadele bahanesiyle PYD’yi destekledi ve bu destek, adı SDG’ye dönüşse de, hâlen küstahça devam ettirilmektedir. Türkiye başlangıçta, içeride “çözüm ve barış” adı altında yürütülen siyasetin de etkisiyle,  bu gelişmelere gerekli tepkiyi veremedi; hatta Süleymanşah Türbesi’ni bulunduğu yerden başarıyla(!) kaçırma operasyonunda, bunlarla işbirliği dahi yaptı. Burada ayrıntılarına giremeyeceğimiz gelişmeler sonrasında, içeride PKK’ya karşı başlatılan amansız mücadele, 15 Temmuz ihanetine rağmen daha sonra Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Operasyonları ile Suriye’nin kuzeyinde de yapıldı ve bölücü terör örgütünün Irak’ın kuzeyinden Akdeniz’e uzanan koridor açma planı akamete uğratıldı. Ne var ki hem PKK/PYD hem de destekçileri, bu plandan tamamen vazgeçmiş değil ve bu mesele Türkiye için hayati önem taşımaktadır.

Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu mesele, salt bir “Suriyeliler Meselesi” olmanın çok ötesindedir. Türkiye’nin, Suriye başta olmak üzere o tarihe kadar çok iyi ilişkiler içinde bulunduğu pek çok Arap-İslam devleti ile arası açılmıştır. İslam dünyası kargaşaya sürüklenmiştir. Müslümanların kanları ve kaynakları üzerinden bir egemenlik mücadelesi yapılmaktadır. Suriye’nin Sünni Arap ve Türkmen nüfusu, âdeta ülke dışına çıkarılmıştır. Son dönemde muhalif grupların kontrolünde bulunan İdlib’de de rejime saldırılar artmakta ve burada yaşayanların Türkiye’ye doğru hareket ettiği, BM kaynakları tarafından bildirilmektedir.  Suriye’de, Esad rejiminin dışında, PYD kontrolünde ama aslında ABD-İsrail güdümünde bir yapı kurulmaktadır. İlerleyen süreçte Türkiye’nin de kargaşaya sürüklenmesinin taşları döşenmek istenmektedir. Etnik (Kürt) ve mezhebî (Alevi) kışkırtmalardan alınamayan sonucun, Suriyelilerin de dâhil olduğu bir yapıda, yeniden köpürtülecek etnik çatışmalarla alınması planlanmaktadır. Bunun bir boyutu da Türkiye’nin nüfus yapısının değiştirilmesidir. Daha açık olarak söylemek gerekirse I. Dünya Savaşı sırasında uygulanmak istenen Sykes-Picot Projesi’nin bir benzeri, 1990’lardan günümüze ve belki önümüzdeki on yıllara yayılarak hayata geçirilmek istenmektedir. Burada Suriye İç Savaşı, çok kritik bir araç olarak kullanılmıştır. Türkiye’nin başına, diğer ülkelerden gelenler dâhil, 5-6 milyon kadar sığınmacı âdeta musallat edilmiş; ileride bunların meselelerinin yol açacağı gelişmeler de şüphesiz iyi düşünülmüştür. Tarihte göç ve sürgünlerin, ülkelerin sosyal ve siyasi yapılarını nasıl dönüştürdüğüne üstünkörü bakmak dahi ne demek istediğimizi anlamaya yetecektir. PKK’nın Suriye koluna büyük askerî yardımlar yapılmış, Türkiye âdeta Rusya ile zoraki bir ittifaka itilmiştir. S-400’lerin alınması, buna karşılık Türkiye’nin F-35 programından çıkarılması, çok önemli bir stratejik dönüşümün göstergeleridir. Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları üzerindeki mücadelede Türkiye’nin karşısına çıkanlara baktığımızda bunu daha açık anlarız.

İşin özü şudur: Türkiye’deki Suriyeliler meselesinin ülkemiz, halkımız açısından çeşitli yönleri elbette var. Türk milleti sabırlı ve tahammüllü davranmıştır. Ekonomimizdeki sıkıntıların yol açtığı işsizliğin artışına paralel olarak Suriyelilerin ucuz işgücü olarak istihdamı gibi problemlerin de etkisiyle, Suriyelilere karşı olumsuz duygular zaman zaman yükselmektedir. Buna ek olarak Suriyeli sığınmacıların karıştığı adli vakalar veya sosyal hayatta yol açtıkları bir takım olaylar da tepkiyle karşılanmaktadır. Ülkelerine bayram ziyaretine gidip geri dönmeleri de bir başka eleştiri konusudur. Kabul etmek gerekir ki, bir toplumun bu kadar kalabalık bir yabancı gruba bu gibi gerekçelerle tepki göstermesi yadırganacak bir durum değildir. Burada mesele, devletin ve etkili çevrelerin tavırlarıdır. Türkiye’de millî konularda hassasiyet gösteren çevreler, istisnalar olsa da, bu meselede vakur ve sorumlu davranmışlar; bu işin hangi büyük emperyalist projenin sonucu olduğunu bildikleri için, Suriye’de güvenli bölge oluşturularak ve/veya rejimle bir şekilde uzlaşılarak bu meselenin halli yönünde görüş belirtmişlerdir. Suriyeli/Arap düşmanlığı veya nefreti marjinal kalmıştır. Buna mukabil bazı siyasi İslamcı çevreler, problemi Ensar-Muhacirin benzetmeleri çerçevesinde ele almaktadır. Bu, bir noktadan sonra mugalatadan öteye gidemez. Bazıları ise Türkiye’nin zaten göçmenler ülkesi olduğu, 93 Harbi, Balkan ve Birinci Dünya Savaşları ve nihayet Millî Mücadele dönemlerinde Balkanlar ve Kafkaslardan pek çok göçmenin geldiğini, Suriyelilerin de böyle kabul edilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Hatta son günlerde, bazı gazeteciler Almanya’daki Türklerle Suriyelilerin “aynı” olduğunu ileri sürdüler. Suriyelilere destek için yapılan bir mitingde Almanya, Hollanda gibi ülkelerde “Türkler Defolsun!” demekle Türkiye’de “Suriyeliler Defolsun!” demenin aynı olduğunu ifade eden çirkin bir pankart da açılmıştır[2].

Aklıselim ve vicdan sahibi hiç kimse “Suriyeliler gitsin, savaşta ölsün.” demiyor. Ama Türkiye’yi ve Suriye’yi dönüştürme operasyonunun taşeron ve destekçilerinin bu çarpıtma ve hezeyanlarına da teslim olunamaz. Osmanlı Devleti’nin kaybettiği topraklarda, milyonlarca Müslüman Türk katliama uğradı; bir kısmı elde kalan topraklara sığındı. Yani onlar tebaası oldukları devletin topraklarında yerleştiler. Mübadelede de Türkiye’deki Rumlarla Yunanistan’daki Türkler yer değiştirdi. Türkler, Almanya’ya davetli işçi olarak gitti. Bunların hiçbiri, Suriyeliler olayıyla aynı veya benzer değildir. Biz, ülkelerindeki iç savaştan kaçan Suriyelilere kucak açtık; bu, insanlığın ve bin yılı aşkın ortak tarihimizin bir gereğiydi. Ancak Hükûmet’in uluslararası taahhütler vermesi doğru olmamıştır. Bu yükü, büyük kısmı itibarıyla bize yükleyen güçlerin ana amacını gözden kaçırmak hatalı olmuştur. Türkiye’nin nüfus yapısının bozulması, ileride üniter-millî devlet konusunun yeniden tartışılmasına zemin hazırlamaya matuftur. Bunun içindir ki bizim meseleye yaklaşımımız, geniş ve uzun vadeli bir bakış açısından olmalıdır.

Türkiye, zor ve kritik bir dönemeci, alınmak istendiği kıskacı atlatmak için büyük bir mücadele veriyor. Bunun için ABD’nin sürekli oyalamalarıyla geciktirdiği Menbiç ve Fırat’ın doğusuna yönelik harekâtımızı bir an önce yapmak, oluşturulacak güvenli bölgeye ülkemizdeki Suriyelilerin bir kısmını yerleştirmek zorundayız. Çok yönlü bir saldırı ile karşı karşıya olduğumuzun bilincinde olarak şunları yapmalıyız:

1. Rusya’ya mutlak bağımlılığa sebep olacak adımlardan sakınmak.

2. ABD’ye Türkiye’nin kararlı ve bağımsız duruşunu kabul ettirmek.

3. Suriye rejimini de Türkiye’nin ve Türkiye’ye müzahir grupların talep ve beklentilerini karşılayacak bir çözüme ikna etmek. 

Ezcümle, önümüzdeki mesele salt bir “Suriyeliler Meselesi” değil; Suriye ve Irak da dâhil, Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren “böl-parçala-yönet” siyasetine karşı millî varlığımızı ve millî devletimizi ayakta tutma meselesidir. Ülkemizdeki Suriyeliler, bu konuda bize karşı kullanılan bir kozdur. Yıllarca çok olumlu bir ev sahipliği yaptık, işin sonunda bu Suriyelileri Türkiye aleyhine döndürecek kışkırtmalardan kaçınmak lazımdır. İstanbul’da, sözde onları savunmak için miting düzenleyenler, aslında Suriyeli misafirlerimizin huzurunu kaçırmak ve fitne çıkarmak isteyen odakların bilinçli veya bilinçsiz maşalarıdır. Orada taşınan pankartlardaki “Türkler Defolsun!” ibaresi, her ne kadar Hollandalı bir siyasetçinin ırkçı bir sloganı gibi yazılsa da usta bir kışkırtma eseridir. Yine Özgür-Der adlı sözde insan hakları savunucusu bir dernek adına, milliyetçiliğin “cahiliye” olduğunu ifade eden bir pankartın taşınması da kışkırtmadan başka bir şey değildir.

Suriye iç savaşının başında izlenen yüzde yüz hatalı politikayı düzeltmeye çalışırken bu tür kışkırtmalarla, yıllardır emek verilen bir misafirperverliğin kışkırtıcılar tarafından bir düşmanlığa dönüştürülmesi hatadır. Yarın bu misafirler, ülkelerine sağ salim döndüklerinde orada Türkiye’ye muhabbet besleyen bir nüfusun olmasının bizim açımızdan ne kadar büyük bir avantaj olduğunu da bu meseleyi tartışan vatansever siyasetçi ve aydınların çok iyi idrak ettiği kanaatindeyim. Türkiye, ülkemizdeki Suriyeli ve diğer sığınmacılar meselesini stratejik bir bakış açısıyla ve uzun vadeli sonuçlarını iyi hesaplayarak yönetmeye ve bir çözüme kavuşturmaya mecburdur. Göç ve iskân konusunda derin ve zengin bir tarihî tecrübemiz olduğu doğrudur ama bu toprakların gaflet ve ihmali asla affetmeyen bir tarihi olduğu da açık bir tarihî hakikattir. Dolayısıyla tekrar ifade etmek gerekir ki, Türkiye’nin ülkedeki Suriyelilerin büyük kısmının güvenli ve sağlıklı bir şekilde ülkelerine dönmelerini sağlayacak şartları sağlamak için her türlü tedbiri alması acil bir zorunluluktur.